Oğlumu ve torunlarımı ziyaret etmek için bir süredir İsviçre’nin başkenti Bern’deyim. On yılı aşkın bir süredir de aynı nedenle her yıl bir, bazen iki kez bu kente geliyorum. Geldiğimde de, yaz olsun kış olsun, uzun yürüyüşler yapıyorum. Bu yürüyüşler sık sık on kilometreyi geçiyor. Böylelikle hem spor yapmış oluyorum, hem de daha önce dikkat etmediğim kente özgü yerlere biraz daha vakit ayırıyorum. Bugün sizlere, ana binası istasyonun çok yakınında olduğundan, sık sık önünden geçtiğim Bern Üniversitesi’nden (Universitaet Bern) bahsedeceğim.
Üniversitenin kuruluşu 1834’e dayanıyor. Ağırlıklı olarak Almanca eğitim vermekle birlikte, İngilizce olarak bazı yüksek lisans ve doktora programları da var. 18,000 öğrencisi olan üniversitenin giderleri Bern kantonu tarafından karşılanıyor. Kuruluşunda teoloji okulu olarak faaliyet gösteren Bern Üniversitesi’nin günümüzde hukuk, tıp, iktisadi ve sosyal bilimler, fen ve edebiyat fakülteleri de var. Ancak mühendislik fakültesi yok. Buna karşılık fen fakültesinde uygulamalı fizik, bilgisayar bilimi, fen ve tıp fakültelerinin ortak programı olarak biyomedikal bilimler programları mevcut.
Üniversitenin fen bilimleri fakültesi dünyaca tanınıyor. Astrofizik ve uzay bilimleri konusunda dünyanın öncü fakültelerinden biri. Bu bölümde 1902-1909 yılları arasında Bern’de yaşayan Albert Einstein da 1908’de öğretim görevlisi olarak ders vermiş. O dönemler doçent unvanına sahipmiş.
Üniversite ayrıca tıp, iklim ve çevre bilimleri, felsefe ve teoloji konularında da tanınmış köklü kuruluşlardan biri. Einstein’a ek olarak ünlü psikanalist Carl Gustav Jung ve Nobel ödüllü kimyager Tadeusz Reichstein da üniversitede araştırmalarda bulunan önemli bilim insanları arasında.
Üniversitenin ana binasının önünde, özellikle havanın güzel olduğu günlerde, öğrencilerin, öğretim görevlilerinin ve ziyaretçilerin kızlı erkekli oturup sohbet ettikleri, ders çalıştıkları, kitap okudukları geniş bir yeşil alan var. Bu dinlenme ve sosyal etkileşim alanının adı Einsteinterasse (Einstein Terası). Yeşil alanın ana binaya yakın bir köşesindeki banklardan birinde genç Einstein’ın bir heykelinin yanına ilişmeniz ve hayallere dalmanız da mümkün.

Einsteinterasse’den son geçtiğimde yağmurlu bir gündü. O nedenle etrafta pek kimse yoktu. Acaba binaya girebilir miyim diye düşündüm. Binanın etrafında polis bariyerleri, kapıda özel güvenlik, her ihtimale karşı bir köşeye park edilmiş bir TOMA da yoktu. Cesaret edip binanın ana kapısına yaklaştım. Kapının kolunu çevirip içeriye girdim. İçerisi bir iki öğrenci dışında boştu. Telefonu çıkarıp koyacağım bir röntgen aleti bile yoktu. Elimi kolumu sallayarak, şemsiyem elimde koridorlarda dolaştım. Kimse de benimle ilgilenmedi. Halbuki ben, bir görevlinin gelip kimliğimi istemesini, orada ne aradığıma dair sorular sormasını bekliyordum. Hatta ters kelepçe takıp üniversite içerisinde olması gereken bir polis karakoluna götürmelerini bile yadırgamayacaktım. Ne de olsa bir ileri demokrasi ülkesinden geliyordum.
Bu durum beni kampüs güvenliğinin nasıl sağlandığını araştırmaya yönlendirdi. Nasıl oluyordu da bina içinde bir yabancı bu kadar rahat dolaşabiliyordu? Yaptığım araştırma sonucunda derslikler, kütüphane ve kantinler dahil tüm binanın, bazı istisnalar dışında, gündüzleri tüm halka açık olduğunu öğrendim. İstisnaların başında ise laboratuvarlar, bilgisayar odaları, öğretim görevlilerinin özel çalışma alanları geliyormuş. Buralara dijital kartlarla giriş yapılabiliyormuş. Halktan arzu edenler de, önceden kaydolmak şartıyla, laboratuvar gerektirenler ve tıp fakültesindeki bazı uygulamalı çalışmalar dışındaki dersleri izleyebiliyormuş. (İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunu olan annemden de 1950’li yılların başında Türkiye’de de böyle bir imkanın olduğunu duymuştum)
Fiziki güvenlik pek ortada görünmüyor, ancak ana giriş, araştırma alanları gibi yerlerde güvenlik kameralarıyla kayıt alınıyor ve gerektiğinde geri dönülerek bu kayıtlar incelenebiliyormuş. Bir de 7/24 çağırılabilen bir güvenlik ekibi hazır tutuluyormuş. Bu ekip cinsel taciz, tehdit vb durumlarda gizli bildirim sistemleri üzerinden uyarıldığında hızla müdahale ediyormuş. Gösteri yapmak, slogan atmak gibi faaliyetler demokratik hak olarak görüldüğünden müdahale edilmiyormuş. Bu arada hemen ekleyeyim, İsviçre’de cumhurbaşkanına hakaret diye bir suç yok. Zaten cumhurbaşkanının adını bilen de çok az. İsviçre’de cumhurbaşkanı bir saksı adeta.
Öte yandan siber güvenliğe önem veriliyormuş. Üniversitenin tüm ağları, VPN, kişisel hesap girişleri ve iki faktörlü kimlik doğrulama yoluyla korunuyormuş.
Özetlemek gerekirse, üniversitede fiziksel güvenlikten çok, toplumsal güven duygusu ve etik davranış ilkeleri üzerine kurulu bir güvenlik sistemi hakimmiş.
Üniversitenin nasıl yönetildiği konusunu da merak edip araştırdım. Rektör normal olarak dört yıllık bir süre için seçiliyormuş, istenirse bu görev dört yıl daha uzatılabiliyormuş. Adayların akademik başarıları, liderlik deneyimleri ve stratejik vizyonları bir seçim komisyonunda değerlendiriliyor, görev süresinde yapacaklarına ilişkin sundukları programlar inceleniyor, kendileriyle bilimsel ve yönetsel bir mülakat yapılıyormuş. Arkasından seçim komisyonu önerilerini senatoya sunuyormuş. Profesörler, öğrenci temsilcileri, araştırmacılar ve idari personelden oluşan senatoda yapılan seçim sonucu rektör belirleniyormuş. Rektör genellikle üniversitede görev yapan profesörlerden biri oluyormuş. Daha sonra senato kararı üniversitenin sahibi olan Bern Kantonu’nun Eğitim Direktörlüğü’ne onay için sunuluyormuş. Direktörlük seçim sürecinin şeffaf bir şekilde gerçekleşip gerçekleşmediğini kontrol etmekle yükümlü olmakla beraber, onay süreci aslında tamamen sembolikmiş. Bu onay süreci, kantonun üniversitenin akademik bağımsızlığının arkasında durduğunun bir göstergesiymiş.
Üniversitenin ana binasında dolaşırken kimsenin benimle ilgilenmemesi, sadece bir öğrencinin bana selam vermesi, bir süre sonra canımı sıktı. Adam yerine konmuyordum. Dışarı çıkıp, yağmur altında yürüyüşüme devam ettim. Bir an Boğaziçi Üniversitesi yıllarımı hatırladım. O dönemde Boğaziçi’nde de tam bir özgürlük ortamı vardı. Bilim ve yüksek kalitede eğitim hedefleniyordu. Erdal İnönü, John Freely, Heath Lowry, Üstün Ergüder, Erkut Yücaoğlu, Semih Tezcan gibi uluslararası düzeyde tanınmış hocalarımız vardı. Üniversitenin ABD’de ve Avrupa’da bilimsel olarak tanınırlığı da üst düzeydeydi.
Sonra aklıma Boğaziçi Üniversitesi’nin bugünkü hali geldi. Eğitim kalitesinden çok şey kaybetti. Öğrenciler de, öğretim görevlileri de hoşnutsuz. Hocalar yıllardır, atamayla gelen ve kayyum olarak adlandırılan rektör ve yönetim kademesinden mustarip. Her gün öğlen rektörlüğün önünde sessiz bir protesto gösterisi yapıyorlar. Öğrenciler de sisteme tepki gösteriyorlar. Bunların da bir bölümü rektörün talebiyle kampüse gelen polisler tarafından gözaltına alınmış, bir kısmı tutuklanmış olarak hapislerde sürünüyorlar. Neredeen nereye…
Artık mezunlar olarak kampüse bile girmek neredeyse imkansız hale getirildi. Derken imam hatip okuluna dönüştürülen ilkokulumu, sistem değişikliği denilerek ortadan kaldırılan ortaokulumu hatırladım. Yağmurlu bir günde Bern’de yaptığım yürüyüş kafama takılan bu düşüncelerle tam bir kabusa dönüşmüştü. İleri demokrasi dönemi ülkemizde ne zaman bitecek diye düşünerek oğlumun evine vardım. Ancak bir süre sonra kendimi toparladım. Hiçbir ileri demokrasinin ilelebet devam etmediğini hatırladım. Gece yatağa yattığımda, her şeyin çok güzel olacağını düşünerek huzur içerisinde uykuya daldım.
Bu gönderi kategorisi hakkında gerçek zamanlı güncellemeleri doğrudan bildirim almak için tıklayın.