Bölüm 1: Eminönü’nden Unkapanı’na
Mayıs ayında üç lise arkadaşımla yaptığım Kurtuluş’tan Şişli’ye uzanan yürüyüşten sonra, Haziran ayının ikinci yarısında da Eminönü’nden Alibeyköy’e bir gezi yaptık. Bu kez gezimiz kısmen yürüyerek, kısmen de tramvay ve vapurla oldu.
Bu geziyi biz dokuz saatte tamamladık ama bu rotadaki her şeyi görmek, incelemek isterseniz herhalde en az üç gününüzü ayırmanız gerekir. Her şeyin başında Eminönü başlı başına ilginç bir yer. Yeni Cami, Galata Köprüsü, Mahmutpaşa, Kapalıçarşı gibi yerlerden rotamız üzerinde olmadığından bahsetmeyeceğim. Aynı şekilde Unkapanı-Eyüp arasında görülmesi gereken yerlerden sadece bazılarını anlatabileceğim. Ama bu bölgelerin, iyi saklanılması, korunması gereken bir mücevher gibi olduklarını özellikle vurgulamak isterim.
Gezimize sabah saat 10:00’da Eminönü’nde Mısır Çarşısı’nın ana kapısında buluşarak başladık. Ben biraz erken varmış olduğumdan Çarşı’nın içerisinde biraz dolaşma fırsatı buldum. 1663-1664 yıllarında açılan ve Yeni Cami külliyesinin bir parçası olan Mısır Çarşısı, adını daha çok Mısır’dan getirilen malların satıldığı yer olmasından almakta. 18. Yüzyıl’a kadar Yeni Çarşı veya Valide Çarşısı olarak anılmış.
Mısır Çarşısı İstanbul’un renkli köşelerinden biridir. İçerisinde envaiçeşit baharat ve tatlı satılır. Ana girişin hemen üstünde, artık turistik bir lokanta halini almış olan Pandeli de oldukça tanınmıştır. Atatürk’ün bazı önemli davetleri için Ankara’ya trenle yemek getirttiği Pandeli’nin vefat etmiş olan sahibi Niğdeli bir Rum olup, kente hamallık yapmak için gelmiş, sonra başarılı bir restoran işletmecisi olmuş.
Çarşı’da sabah vakti dolanırken dükkan sahipleri bir yandan temizlik yapıyor, güne hazırlanıyordu. Etrafa bakınarak yürürken birisi bana İngilizce yerlerin kaygan olduğunu, dikkat etmemi söyledi. Ben de tamam deyip teşekkür ettim. Adam fırsattan istifade bana bir şeyler satmak isteyince de Türkçe olarak nazikçe, uzun bir yürüyüşün başında olduğumdan bir şey alamayacağımı belirttim. Adam ‘Aa sen Türk müsün?’ diye sordu. Ben de evet diyerek aksanı nedeniyle “sen nerelisin?” diye sordum. Suriyeli’ymiş. Adam benim Türk olmama şaşırmış, ben onun Suriyeli olmasına hiç şaşırmamıştım. Düzgün İngilizcesi ve Türkçesi ile Mısır Çarşı’sında bir dükkan işletiyordu. Türkiye’ye entegre olmuş, ekmeğini kazanan bir göçmen… Kısa bir sohbetten sonra arkadaşlarımla buluşmak üzere çarşıdan dışarı çıktım.
Mısır Çarşısı çalışanlarından bir grup sabah sohbetinde
Eminönü’nün diğer tanınmış restoranlarından Hamdi’nin önünden geçerek, arkadaşımız Haluk’un önerisi ile sabah çayımızı Beta Yeni Han’da içtik. Yeni denmesine bakmayın, eski bir yapı. Hasırcılar Hanı, Emin Han, Yeni Han veya Tahmis Han olarak da bilinirmiş eskilerde. Hanın avlusunu hafif bir konstrüksiyonla kapatmışlar ve Eminönü’nün o kalabalığında vaha gibi bir yer oluşturmuşlar. Tavsiye ederim. Çay, kahve, tatlı, kahvaltı, hafif öğle yemekleri için hoş bir mekan.
Daha sonra Rüstem Paşa Camii’ne doğru yürümeye başladık. Zor bulunan ilaçları ucuza satmasıyla bilinen Tahtakale Eczanesi’ni geçip, Cami’nin önüne geldik. Rüstem Paşa Kanuni Sultan Süleyman’ın sadrazamlarından biri. Pek çok kişi onu tarih kitaplarından değil de Muhteşem Yüzyıl dizisinden hatırlayacaktır. İki kez sadrazam olmuş. Kanuni’nin kızı Mihrimah Sultan’la olan evliliği nedeniyle Damat Rüstem Paşa olarak da anılmış. Zamanında yolsuzluk ve rüşvet Osmanlı yönetimine girmiş, kol budak salmış, kökleşmiş. Bu nedenle olacak kendisi de son derece zengin olmuş. Komploculuğuyla da ünlüymüş.
Rüstem Paşa ile ilgili ilginç bir hikaye de vardır. Padişaha damat olması söz konusu olunca, o zaman Diyarbakır Beylerbeyi olan Rüstem Paşa’yı çekemeyen rakipleri onun cüzzamlı olduğu dedikodusunu yaymışlar. Bunun üzerine saray hekimlerinden biri Diyarbakır’a yollanmış ve bu söylentinin gerçek olup olmadığını araştırmaya başlamış. Paşayı muayene ederken gömleğinde bir bit bulmuş. O günlerdeki tıp bilgisine göre bir cüzamlının üzerinde bit barınamaz diye düşünülürmüş. Gömleğindeki bit, cüzzamlı olmadığına delil olarak kabul kabul edilmiş ve müjde derhal saraya iletilmiş, bu sayede Mihrimah Sultan’la evlenmesine izin çıkmış. Bu nedenle bazı tarihçiler kendisine ”Kehle-i İkbal” (İkbal Biti) Rüstem Paşa da derlermiş. Hakkında bir de beyit var.
Olucak bir kişinin bahtı kavi talii yar.
Kehlesi dahi mahallinde anın işe yarar.
Bugünkü Türkçemizle,
İnsanın şansı yaver gidecekse, üzerinde çıkan bit bile işine yarar.
Damat Rüstem Paşa da o zamanın üst düzey kişilikleri gibi adına bir cami yaptırmış. Cami Eminönü’nde sahilde bulunan Zindan Han’ın hemen karşısında. İstanbul’un haşmetli dev camilerinin yanında pek dikkat çekmiyor.
Hatta İstanbul’da yaşayanlar tarafından bile fazla bilinmez, tanınmaz. Cami adeta haddini bilmiş ve Süleymaniye’nin gölgesinde kalmaya özen göstermiştir. Ancak, Mimar Sinan tarafından yapılan bu caminin İznik çinileri çok meşhurdur. Kubbe eteklerine kadar her tarafı çinilerle kaplıdır. Özellikle lale motifli çiniler, Osmanlı çini sanatının en başarılı örneklerinden sayılır. Bizlerin pek bilmediği bu cami Amerika ve Avrupa’dan gelen turistlerin İstanbul’da önemli uğrak yerlerinden biridir.
Rüstem Paşa Cami’nin hemen karşısında Haliç’in kenarında büyük bir bina yer alır; Zindan Han.
Zindan Han İstanbul’un üçüncü büyük hanıdır. 19.Yüzyıl’da yapılmış. Deniz tarafında ise Bizans deniz surlarından geriye kalan son kule var. Adı Baba Cafer Türbesi. V.Yüzyıl’da inşa edilmiş olan bu kule gerek Bizans, gerekse Osmanlı döneminde zindan olarak kullanılmış. Zindan Han ismi de oradan geliyor. Kulenin içerisinde iki mezar var. Birinin Halife Harun Reşit’in Bizans İmparatoru’na yolladığı ve imparator tarafından hapse atılan Seyyit Cafer’e ait olduğu, diğerinin ise Baba Cafer’den etkilenip Müslüman olan ve Ali adını alan zindancıya ait olduğu söyleniyor.
Zindan Han’ın benim yaşamımda da önemli bir yeri var. Avukat olan babamın müvekkillerinden biri Zindan Han’ın sahibiydi; Naci Yıldız. Babam, aynı zamanda çok yakın arkadaşı olan Naci Bey’in kiracılarıyla hiç bitmeyen alacak, tahliye vb benzeri davalarıyla uğraşırdı. Naci Bey’den sonra, hanı yönetecek bir aile ferdi görülmediğinden olacak, eşi ve kızına düzenli ve sorunsuz bir gelir sağlaması amacıyla binanın Lapis Holding’e uzun vadeli kiralanmasında da önemli rol oynamıştı.
Naci Bey soyunun Tunus Beylerbeyi’ne dayandığını anlatırdı. Arkeoloji okumuş olduğundan Anadolu’daki kazı hatıralarını hep dinlemişimdir. Benim de o zamanki adıyla SSK’ya ilk kaydım 18 yaşına girdiğimde bu Han’da çalıştığımı gösteren bir işle olmuştur. Belki de hamal kadrosunda gösterilmişimdir.
Baba Cafer Türbesi’ne geri dönecek olursak Naci Amca Han’ın hiç bitmeyen restorasyon çalışmaları esnasında bir gün kuledeki sandukaları açtırıp incelediğini, iskeletlerin her ikisinin de kadınlara ait olduğunu söylemişti. Çok sıkı bir Pall Mall içicisi olan Naci Amcayı daha sonra mesane kanserinden kaybettik.
Çocukluk ve gençlik yıllarımın hatıralarını geride bırakarak, anlatımıma devam edeyim. Rüstem Paşa Camii’nden çıktıktan sonra Kutucular Caddesi boyunca yürümeye devam ettik. Bu bölgeye Küçükpazar da deniliyor. Toptancıların bulunduğu, Süleymaniye Camii’ne doğru tırmanan Mercan Yokuşu’nu aşıp önce Kantarcılar Caddesi’ne, sonra da Kıble Çeşme Caddesi’ne girdik.
Buraları iyi bilen Haluk bize Kantarcılar Caddesi’nde bir şekerci gösterdi; Altan Şekerleme.
1865’ten beri faaliyet gösteren bu şekerlemeciyi doğma büyüme İstanbullu olmama rağmen hiç duymamıştım. Halbuki taa Amerika’da yaşayan Michael Douglas duymuş ve İstanbul’a geldiğinde bu şekerciye götürülmesini istemiş. Ve tabii şeker satın almış. Ben de 67 yaşında bu şekerciyi öğrenmiş oldum. Şeker tüketimine elden geldiğince dikkat ettiğimden ben almadım ama Ufuk bir kaç çeşit paketletti. Galiba içerisinde akide şekeri de vardı.
Kıble Çeşme Caddesi’nin bitiminde ise Unkapanı’na varıyorsunuz.
Unkapanı-Vezneciler ana arterini bir alt geçitle aşınca da Zeyrek Semti’nin kuzey ucuna ulaşıyorsunuz. Gezinin ikinci bölümüne haftaya buradan devam edelim…
Yazarın Diğer Yazıları
Bu gönderi kategorisi hakkında gerçek zamanlı güncellemeleri doğrudan bildirim almak için tıklayın.