İstanbul Hava Yolları (İHY) 1985’te tamamen Türk sermayesiyle kurulmuş özel bir havayolu şirketidir. 2000’de operasyonlarını sonlandırmıştır. Ağırlıklı olarak Avrupa ülkeleriyle Türkiye arasında uçuşlar yapmıştır. Ayrıca, düzenli olarak KKTC’ye de uçmuştur. Türkiye’de de, THY’nin SHGM kanalıyla yaptığı tüm engellemelere karşın, önce Trabzon ve Adana’ya uçmuş, zamanla uçuşlarını Anadolu’nun Gaziantep, Diyarbakır, Kars, Erzurum, Van gibi kentlerine de yaygınlaştırmıştır.
Filosunu bir ara ondokuz uçağa kadar yükselten İHY, aynı zamanda gümrüksüz satış, yer hizmetleri, teknik bakım ve ikram işlerine de girmiş, ayrıca o dönemde ülkenin en büyük oteller zincirinden biri olan Conti otellerini oluşturmuştur.
Şu anda bildiğim kadarıyla şirketten geriye kalan, Kıbrıs’taki Salamis Bey ve Belek’teki Belconti otelleri faaliyetlerine devam etmektedir. Yer hizmetleri olarak da KKTC’de İstanbul Handling, Ercan Havalimanı’nda hizmetlerini başarıyla sürdürmektedir.
1980’lerde finansal olarak en parlek dönemini yaşayan İHY, 1995’ten sonra ekonomik sıkıntıya düşmüştür. Bunun, havacılık sektöründeki değişimlere ayak uyduramamak, yanlış yatırım politikaları, politik ve bürokratik engellemeler gibi pek çok nedeni vardır.
Ben İHY’ye 1999’un Mayıs ayında genel müdür yardımcısı olarak katıldım ve oniki ay kadar çalıştım. Bugünkü yazımda o dönemde başımdan geçen olayları kendi bakış açımdan anlatmayı hedefliyorum. İHY nasıl kuruldu, nasıl büyüdü, nasıl duraklama dönemine girdi ve kapandı konularına, faaliyetlerinin kamu tarafından nasıl zorlaştırıldığına, hatta sık sık engellendiğine değinmeyeceğim. Yönetimin yaptığı stratejik ve taktik hatalara da fazla yer vermeyeceğim.
Bugün değinmek istediğim konu İHY İkram Bölümü’nün satılışı. Zira bu faaliyeti büyük oranda ben ve değerli dostum Musa Akbal birlikte yürüttük.
İHY’de çalışma teklifini Ankara’dan İstanbul’a yapılan bir özel uçak seyahatinde, şirketin o zaman %92 ortağı olan Sn. Özcan Toplar’dan aldım. Şirketin uçuşlarında dolulukların gayet iyi olduğunu ama tahsilat yapamadığından dolayı nakit sıkıntısı içerisinde olduğunu anlatarak, Genel Müdür Safi Ergin Bey’e bu konuda destek vermem için bana ticaretten sorumlu genel müdür yardımcılığı pozisyonunu önerdi. Gerek yönetim kurulu başkanı Özcan Bey, gerekse Genel Müdür Safi Bey’i sektörden çok iyi tanıyordum. Biraz düşündükten sonra görevi kabul ettim.
Firuzköy’deki genel müdürlük binasında işe başladım. Şirkette teknikten, uçuş işletmeden, mali işlerden sorumlu genel müdür yardımcıları da vardı. Safi Bey haftada bir kez icra komitesi olarak tanımlayabileceğimiz bir grupla düzenli toplantılar yapıyordu. Bu toplantılara genel müdür yardımcılarının yanısıra bazı diğer üst düzey yöneticiler de katılırdı. Mayıs başı katıldığım ilk toplantıda Safi Bey bu grubun üyelerine, benimle birlikte genç bir arkadaşı daha tanıttı. Bünyeye yeni katılan bu kişi Musa Akbal’dı. Körfezbank’tan geliyordu ve finans bilgisiyle bize katkıda bulunacaktı. ABD’de finans eğitimi almış ve bir süre orada çalışmıştı. Musa’yı şirkete, kurumun mali danışmanı önermişti.
Musa o zamanlar havacılık konusuna son derece yeniydi. Yıllar içerisinde Pegasus, Freebird, Atlasjet gibi pek çok firmada çalıştı. Halen OTI Holding bünyesinde görev yapıyor ve Türkiye’de havacılık sektörünü en iyi bilen kişilerden biri.
Özcan ve Safi Beyler’in İHY’de benden beklentisi tahsilatı hızlandırmaktı. O nedenle sık sık başta Almanya olmak üzere Avrupa’daki bizim biletlerimizi satan seyahat acentelerini ziyaret etmem gerekecekti. İşin ilginç yanı tahsilat yapılamayan bu acentelerin tümünün çoğunluk hisselerinin İHY’ye ait olmasıydı. Özcan Bey bu acenteleri kurup, ancak ekonomik olarak çıkmaza sokan kişilerden çoğunluk hisselerini devralmış, ama eski büyük hissedarlarını, üzerlerinde az bir hisse bırakarak bu şirketlerin tepe yönetiminde bırakmıştı.
Benim sorumluluğumda yer hizmetleri, ikram, satış ve pazarlama gibi pek çok departman da vardı. Şirketin küçük ortakları arasında da olan Safi Bey’le çok yakın çalışıyorduk. Pek çok konuda ona da danıştığım için odasından çıkmaz olmuştum.
Haziran başı geldiğinde şirketteki oryantasyon sürecim sona ermiş ve durumun ne olduğunu kavramaya başlamıştım. Şirketin nakit sorunu önemliydi, ama asıl konu şirketin fiilen batmış olmasıydı. Bir toplantıda ben gözlemlerimi anlattım.
Musa da mali açıdan yaptığı çalışmalardan aynı sonuca varmıştı. O da söz aldı ve durumun ciddiyetini rakamlarla anlattı. %22 faizle alınmış gayri nakdi kredilerden başlayarak, şirketin tüm operasyonel gelirlerinin sorunsuz tahsil edilmesi halinde dahi kredi faizlerini bile ödeyemeyeceğini gözler önüne serdi.
Toplantıda buz gibi bir hava esti. Özellikle uçuş işletmeden sorumlu genel müdür yardımcısı anlattıklarımıza inanmamıştı. Safi Bey ise bizleri sakin bir şekilde dinledi, notlar aldı ama bir tepki vermedi.
Aradan birkaç gün geçtikten sonra Özcan ve Safi Beyler’e ayrı ayrı bir dizi öneride bulundum. Özetle, asli işimiz olarak ya otelciliği ya da havacılığı seçmemiz gerektiğini, havacılığı seçersek de ikram, yer hizmetleri, gümrüksüz satış gibi ünitelerin satılmasını, Musa ile yaptığımız çalışmalar sonunda, adeta bir kara delik görüntüsü veren teknik bakımın ise kapatılarak, hizmetin dışarıdan satın alınmasını önerdim. Aksi taktirde şirketin ayakta kalamayacağını da ekledim. Tercih otelcilik yönünde olursa, o zamanda havayolu tümden satılacak/tasfiye edilecekti.
Özcan Bey’in canı söylediklerimden dolayı çok sıkıldı. Bana “ben bu şirketi kurdum, büyüttüm, sen şimdi bana kollarını, bacaklarını kesmemi söylüyorsun” dediğini unutamıyorum. Kendi açısından da bu tepkiyi vermekte çok haklıydı. Özcan Bey’i üzmüştüm.
O zamanlar genelde ofise herkesten erken gider, günlük gazetelere bakar, gelen e-postaları okur, yanıtlardım. Özcan Bey’le yaptığın toplantının ertesi günü yine ofise erkenden gittim. Biraz sonra çaycı geldi. İnce belli bardakta çayımı masama bırakırken “Hayırlısı olsun Alper Bey” dedi.
Önce ne demek istediğini anlamadım. Ancak, günün devamında, akşam geç vakit dar bir çerçevede bir üst yönetim toplantısı yapıldığını, bu toplantıda Özcan Bey’in söylediklerimi anlatıp, dert yandığını öğrendim. Toplantıda benim işten çıkarılmama da karar verilmiş meğer. Safi Bey’in çekimser kaldığı bu oylamada, çoğunluk işten çıkarılmam yönünde görüş bildirmiş.
Ben bu bilgiyi alınca tabii çok üzüldüm. Yavaş yavaş toplanmaya başladım. Asistanım ofisimde bana özel klasörleri toplamaya başladı. Ayrıca, ileride bana hukuki sorumluluk getirebilecek az miktarda belgenin de fotokopisini alacaktı. Ben de bilgisayarımdaki önemli dosyaları cd’lere kopyalamaya başladım. Zaten, bir buçuk aydır şirkette olduğumdan, fazla da alınacak bir şey yoktu.
O gün kimse bana gelip bir tebligat yapmadı. Özcan Bey, dünyanın en iyi kalpli insanlarından biridir. Herhalde alınan karara rağmen biraz daha konuyu sakin kafayla değerlendirmek, güvendiği birilerine danışmak istemişti.
Birkaç gün sonra beni toplantı odasına çağırdı. Birebir yaptığımız sohbette, öncelikli işin havayolu işletmeciliği olduğunu, otelleri Paris’te ikamet eden genç ama değerli bir arkadaşımızın satmaya çalışacağını, bu amaçla önce Accor Grubu ile temas kuracağını söyledi. Havayolu tarafında da önce ikram departmanını satacaktık, sonra satılmasına gerek duyulan başka bölümler olup olmadığına bakılacaktı.
İHY’de o yıllar ikiyüzü ikram departmanında olmak üzere toplamda ikibine yakın personel vardı. İkramın merkez ofiste elemanı yoktu. Departmanın müdürü Ömer Bey Atatürk Havalimanı’ndaki tesiste görev yapıyor, gerektikçe Firuzköy’deki genel müdürlüğe geliyordu. Sadece muhasebe gibi destek hizmetleri şirketin merkez birimlerince sağlanmaktaydı.
İş hacminin %70’i İHY olan bu departman, bazı yabancı havayolu kuruluşlarına da ikram hizmeti veriyordu. Ayrıca, İstanbul’a ek olarak, Ankara-Esenboğa, Adana-Şakirpaşa, Antalya, Dalaman, İzmir- Adnan Menderes ve KKTC-Ercan’da da mutfakları vardı. Tüm noktalarda birer ikram yöneticisi bulunmakta, satınalma ve ödemeler yerel olarak yapılmaktaydı.
Ben talimatı alınca önce internette bir araştırma yapıp, potansiyel alıcıları belirlemeye çalıştım. Çok kısa sürede de bir sonuca vardım. Piyasada zaten üç havayolu ikram şirketi zinciri vardı. Biri Türkiye’de USAŞ’ı özelleştirmeden alan Swissport, öteki Sancak Catering’te ortak olan Lufthansa (LSG)/Skychef, diğeri de o zamana kadar hiç ismini duymamış olduğum, merkezi İspanya’nın Majorka Adası’nda olan Eurest havayolu ikram şirketiydi.
Derhal üçüne de birer e-posta gönderdim ve ilgilerini sorguladım. LSG/Skychef ilgi duymadı. Swisport’un ilgisi Türkiye’ye güçlü bir rakibin gelmesini önleme stratejisi üzerine kuruluydu. Yani şirketi piyasaya Eurest’in girmesini engelleyecek ve İHY’nin ikram bölümünün aktivitesini azaltacaktı. Atatürk Havalimanı’nda Devlet Hava Meydanları İşletmesi (DHMİ) üç mutfak için arazi ayırmış olduğundan, iki mutfak kendinde, bir mutfak da Sancak’ta kalacak, ilerde Eurest istese de Türkiye’nin en önemli havalimanına giremeyecekti.
Ben e-posta ile gerekli teknik ve satış bilgilerini yollayarak ilgilenen her iki firmayı da İstanbul’a davet ettim. Swissport geldi incelemelerini yapıp gitti. Giderken de 2.3 milyon $ değerinde bir teklif yaptı. Arkasından Swissport’tan İsveçli (İsviçreli değil) bir hanım ve bir bey geldiler ve kendi şirketlerini tanıttılar.
Eurest, Akdeniz havzasında turizm ağırlıklı charter şirketlerine hizmet veren bir firmaydı. İspanya’dan Yunanistan’a kadar tüm Kuzey Akdeniz ülkeleri, Güney Kıbrıs ve İsrail’de hizmet veriyorlardı. Arada bir tek Türkiye eksikti.
Bizden fiyat beklentimizi sordular. İlk toplantıda böyle bir soru beklemediğimden Özcan Bey’e somak zorunda kaldım. O da bizim mutfakların toplam metrekaresi şu kadar, metrekare inşaat maliyeti 700$/m2 diye bir hesap yaptı. Bu arada inşaatları da yapmış olan dayısıyla da telefonda fikir alışverişinde bulundu. Sonra bana dönüp “50 milyon $” dedi. Fiyat inşaat metrekaresi üzerinden, bayağı bir pazarlık payı bırakılarak hesaplanmıştı.
Ben de toplantıya geri dönüp rakamı ilettim. Tabii bu 50 milyon $’ın nasıl hesaplandığını sordular. Ben de Özcan Bey’e danışarak hesaplama detayını verdim. Altı havalimanında toplam şu kadar metrekare mutfak inşaat maliyetiyle çarpılınca 50 milyon $ çıkıyor diye.
O zaman şöyle bir tepki aldım: “Hijyen şartlar sağlanıp, gereli ekipman ve eleman bulunduktan sonra yemek portatif bir yapıda bile üretilir. Siz mutfağın kapısını altınla kaplamış olursanız, inşaat maliyeti artar ama yemeğin kalitesi ve standardı değişmez. O nedenle inşaat maliyeti bu satışta esas alınamaz.”
Toplantıda bizim taraftan ben ve Musa vardık. Satışa konu olacak hesaplama için FAVÖK (Faiz, vergi giderleri yıpranma ve amortisman öncesi kar-EBITDA) yöntemini önerdiler. Musa ile kısa bir istişare yaptık ve yaklaşımın doğru olduğuna karar verdik. Özcan Bey’e de durumu izah ettik ve onayını aldık.
Daha sonra İsveçliler iki gruba ayrıldı. Biri benle tüm tesisleri gezecek ve teknik denetleme yapacak, İsveçli Hanım ise Musa ile birlikte satış sözleşmeleri ağırlıklı olmak üzere tüm departmanın finansal değerlerinin üzerinden geçeceklerdi. Muhasebe müdürümüz Sabri Avseven de Musa’ya istenen bilgileri sağlayacaktı.
Biz Mr. Olsen ile tüm mutfakları tek tek ziyaret ettik. Hatta sisli bir gece Ercan’a iniş yapılırken uçak hafif bir tehlike atlattı, pisti pas geçerek Antalya’ya inmek zorunda kaldık. Bir hafta süren bu denetimlerden İstanbul’a geri döndüğümüzde İsveçli bayan Brigitta da istediği tüm verileri toparlamıştı. İki hafta sonra Nice’de tekrar buluşmak üzere vedalaştık.
Şubat 2000’de Musa ile birlikte İstanbul’dan Cenevre üzerinden Nice’e uçtuk. Cenevre’de Swissair’den Crossair’in bir Avrojet RJ85’ine aktarma olduk.
Alpler’in üzerinde pırıl pırıl bir havada uçağımız aniden hava boşluklarına düşmeye başladı. Havada kaç metre irtifa kaybettiğimizi anlamak mümkün değildi ama çok ciddi irtifa kaybediyor, sonra yükseliyor ve derhal düşüyorduk. Hayatımda en çok korktuğum uçuştu diyebilirim. Nice Havalimanı kısmen deniz doldurularak yapılmıştır. Yaklaşmada hava boşlukları tüm şiddetiyle kendini hissettirmeye devam ediyor, camdan baktığımızda, pırıl pırıl havada deniz bir yaklaşıyor bir yükseliyor, ama pilot alçalmaya devam ediyordu. Herhalde denize çarpacağız diye Musa’yla bayağı endişelenmiştik.
Sonuçta sağ salim indik. Yat limanının girişinde olan otelimize gidip eşyalarımızı bıraktık ve kentte biraz dolandık. Ertesi gün toplantının yapılacağı mekana yürüyerek ulaştık. Bu kez salonda, bizimle Türkiye’de birlikte çalışan ekibe ek olarak, birkaç kişi daha vardı.
Eurest’in havacılık bölümünün merkezi Majorka olmakla birlikte, şirketin fabrikalar, okullar, kışlalar ve benzeri yerlere hizmet veren ana merkezi Fransa’daydı. Zaten bu işler için Türkiye’de STFA ile de ortaklığı vardı. Ancak, Fransız şirketin de asıl sahibi, FT100’de kote Compass isimli bir İngiliz şirketiydi. Toplantıya Compass’ın CFO’su Sebastian isimli genç bir İngiliz de katılmaktaydı.
Sebastian bana ve Musa’ya yaptıkları çalışmaların sonucunu sunmaya başladı ve sonunda bize, “FAVÖK üzerindeki çalışmalarımıza göre sizin ikram şirketinin değeri 7.5 milyon $” dedi. Rakamı hesaplarken ağırlıklı olarak departmanın iş hacmi ve hizmet verilen havayolu şirketlerinin kredibilitesini değerlendirmeye almışlardı.
Şoke olmuştuk. Musa’dan FAVÖK rakamının hesabının Sebastian’la üzerinden geçmesini rica ettim. Ben de ekibin diğer üyelerine, Türkiye havalimanlarında ikram hizmeti için DHMİ’den izin alınması gerektiğini, bunun son derece zor olduğunu, dolayısıyla kazanılmış bu hakkın bir bedeli olması gerektiğini, ayrıca peştemaliye (goodwill) için de bir ödeme yapılması gerektiğini anlatmaya başladım.
Bu arada öğle vakti gelmişti. Verilen aradan istifade otele döndük. Yolda Musa bana, FAVÖK rakamlarının üç aşağı beş yukarı doğru olduğunu anlattı. Odama çıktığımda hayatımda ilk defa işimle ilgili bir konuda çaresizlikten ağladığımı hatırlıyorum. 50 milyon $ beklentisiyle çıkılan yolda, teklif edilen rakam 7.5 milyon $’dı.
(Devamı haftaya)
Yazarın Diğer Yazıları
Bu gönderi kategorisi hakkında gerçek zamanlı güncellemeleri doğrudan bildirim almak için tıklayın.