Çocukluğum ve gençliğimin büyük bir bölümü Levent’te babaannem ve dedemin tek katlı bahçeli evinde geçti.
Levent, 1950’li yıllarda Emlak Kredi Bankası tarafından Türkiye’nin ilk toplu konut projelerinden biri olarak geliştirilmiş. Babaannem de, orta gelir düzeyi hedeflenerek üretilen konutlardan alabilmek için, bir başvuruda bulunmuş. Dedem borçlanmaktan çok korktuğu için bu başvuru kendisinden gizli tutulmuş. Kura sonucu kendilerine 3.Levent G.Yolu’nda 78 metrekarelik bir ev tahsis edilmiş. Bu ev yüzünden dedem yıllarca babaanneme “ahır zamanımızda borçtan kurtulamayacağız” diye sitem edip durmuş, iyice yaşlandığında ise “ah Muazzez, ne iyi ettin de bu evi almamızı sağladın” demeye başlamıştı.
O zamanın parasıyla 22,500 TL bedel biçilen bu evin ödemesi yine Emlak Kredi Bankası’ndan sağlanan 10 yıllık bir kredi ile yapılmış. Daha sonra, yine benim çocukluğumda, G Yolu, Şakayıklı Sokak adını almıştı. Bir odası Şakir Zümre kömür sobası ile ısıtılan, banyosunda ise odunla çalışan bir termosifonu olan bu evi 1989 yılında yıkıp yeniden inşa etmek bana düştü. O günden beri de, iki katlı hale gelen bu evde artık ailemle ben oturuyorum.
Levent’in ilk sakinleri büyük oranda memur aileleri ve küçük esnaftı. Memurlar arasında ise ağırlık öğretmenlerdeydi. Birkaç istisna dışında eğitim düzeyi yüksekti. Komşuluk ilişkileri çok gelişmişti. Herkes birbirini tanırdı. Şehre ve Levent’in çarşılarına uzaklığı, kısıtlı toplu taşıma araçlarında birlikte seyahat etme zorunluluğu, sert geçen kışlarda birbirine destek olma ihtiyacı gibi nedenlerle mahalle dayanışması güçlüydü. Yollar kardan kapandığında mecburen evde ekmek yapılırdı. Bizim sokağımızdan gün içinde pek az araç geçer, mahallenin anayollarında bile trafik kısıtlı olurdu.
Şakayıklı Sokak’ta üç eve ait toplamda dört otomobil vardı. Şimdi her bir evin iki, hatta üç aracı var. Bu araçların önünde park ettiği her üç evin de sahiplerinin meslekleri şoförlüktü. 20 numaranın sahibi Ahmet Bey, sanırım bir Amerikan firmasında makam şoförüydü. Babaannemin arkadaşı olan eşi Zehra Hanım sayesinde, Türkiye’de daha deterjan yokken babaannem çamaşırlarını Tide isimli bir Amerikan deterjanıyla yıkayabiliyordu.
Zehra Hanım ayrıca yine Amerikalılara hizmet veren gümrüksüz PX (post exchange) mağazalarında satılan Pyrex ürünlerinden alarak babaanneme satmıştı. Kendi evimizde buzdolabı yokken ve tel dolap kullanılırken, Zehra Hanım’ın girişimciliği sayesinde babaannemin evinde Frigidaire marka bir buzdolabı bulunurdu. Buzdolabı, Türkiye’deki görevini tamamlayarak ABD’ye dönmekte olan bir ABD subayından satın alınmıştı.
Sokaktaki ikinci araba, yine makam şoförlüğü yapan başka bir Ahmet Bey’e aitti. Kendisiyle mecburiyet dışında pek bir temasımız yoktu. O temaslar da sert geçerdi. Zehra Hanım’ın eşinin beyaz Amerikan arabasına karşı, bu Ahmet Bey’in Amerikan arabası siyahtı. Her ikisi de 1950’lerin modellerindendi. Ahmet Bey ve imam nikahlı oldukları söylenen, şalvarla dolaşan şişman partneri, Levent’te köy hayatı yaşarlardı. Arka bahçede o zaman yaygın olan kümes hayvanlarına ek olarak bir inek ve bir eşekleri vardı. Ön bahçede, hemen kapının yanında Arap isimli bir de köpekleri bulunurdu. Zincirle bağlı olan Arap hiç çözülmez ve gezdirilmezdi. Doğal olarak son derece saldırgan olan Arap arada sırada zincirini koparır, gelen geçene saldırır, ısırırdı. İneğin sütünü sağan Ahmet Beylerin neden eşeği olduğu ise hiç anlaşılamadı. Ancak sürekli anıran eşek, dedemin belediyeye yaptığı şikayetler sonunda gitmişti. Artık bir köye mi yollandı yoksa sur dibinde sucuğa mı dönüştürüldü bilmiyorum.
Sokaktaki son iki araba mahalle arkadaşım Feridun’un babasına aitti. Birinin DeSoto olduğunu hatırladığım bu iki araçla babası dolmuşçuluk/taksicilik yapardı. O nedenle araçlar damalıydı ve çalışmayan birer taksimetreleri vardı.
Beş yaşından itibaren Levent’te bahçede ve sokakta oyun oynamama izin verilmeye başlandı. Sokak sakin, trafiksiz ve herkes birbirini tanıdığından son derece güvenliydi. İlkokul dahil, uzun süre otobüsçülük oynadım. O yıllarda dedemle İstanbul’da epey gezmiş olduğumdan, belediyeye otobüs şoförü olmak gibi bir hayalim vardı. Skoda marka otobüslerin sesini taklit ederek, İstanbul’un değişik sefer sayılı hatlarında seferler yapar, sadece kendi bahçemiz ve sokakta değil başkalarının bahçelerine de girip çıkarak oynardım. Ailede artık o dönemimi hatırlayan kalmadı. Mahallede ise hala birkaç kişi var sanırım.
Sokağımızın ortasında hafif bir yokuş vardır. İlk zamanlar, o yokuştan aşağı, sokağın alt tarafına pek gitmezdim. Yokuşun üst tarafında oynardım. Bu oyunlar arasında beş yaşında kaleci olarak futbola başladım. En küçük bendim. Boş sokakta taşlardan iki kale yapar, küçük lastik toplarla maç yapardık. Top patlayınca oyun biterdi. Futbol topu lüks bir şeydi ve sadece Sirkeci’de satılırdı.
1960’lı yılların başında bana yine Amerikan malı ikinci el, çok esaslı bir üç tekerlekli bisiklet alındı. Sokakta operasyon alanımı genişleten bu bisiklet sayesinde artık yokuştan aşağı inip, daha çok akranımın oturduğu kesime ulaşmaya başladım. Sokağın alt tarafında Cengiz Bey’in evinin olması, ben gözden kaybolduğumda, babaannem için ek bir güvence oluşturuyordu. Cengiz Bey annemin ve babamın hukuk fakültesinden arkadaşıydı. Ayrıca babamla Ayazağa’da bir yaz dönemi askerlik de yapmışlardı. Yukarıda bahsettiğim Feridun, annesi köy enstitüsünden mezun bir öğretmen olan Ahmet, 3 numarada oturan Cengiz Bey’in oğlu Bahadır ile bu şekilde tanışmış oldum. Yaşım da ilerledikçe mahalle arkadaşlıkları/ilişkileri gelişti.
Bahadır’la yakın arkadaşlığım lise yıllarının sonuna kadar devam etti. Kendisi Bursa Tıp Fakültesi’ni kazanınca temasımız bir miktar azaldı. Daha sonra Viranşehir’de mecburi hizmet, Siirt’te askerlik yapan Bahadır, Bursa’ya yerleşip uzun yıllar cerrahlık yaptı. Şu anda da İzmir Seferihisar’da emeklilik dönemini geçiriyor. Ben de büyük oranda Kıbrıs’a yerleşmiş olduğumdan arkadaşlığımız ancak Whatsapp üzerinden devam ediyor.
İleride Bahadırla birlikte yaşadığımız başka anılarımı da yazabilirim, ama bugün size bir ördek ile ilgili başımızdan geçenlerden bahsedeceğim. Şakayıklı Sokak’ın hemen paralelinden Çilekçi Caddesi geçer. Geçmişte 4.Levent’i 3.Levent’e bağlayan bu yol, günümüzde artık araç trafiğinin çok yoğun olduğu bir ana arter haline geldi. Büyükdere Caddesi ile İkinci Boğaz Köprüsü’nü, Akatlar’ı, Etiler’i birbirine bağlayan bu cadde İkinci Çevre Yolu’nun Büyükdere Caddesi bağlantısının paralelinde yer alıyor. Trafik o kadar yoğun ki, 1963 kışında yoğun bir kar yağışı sonrasında bir kurt sürüsünün görüldüğü bölgede şimdi araç kuyruklarının oluştuğu bir benzin istasyonu var.
Otoyol yapılmadan önce hali arazi olan, 3.Levent ile 4. Levent arasındaki bu bölge, o zamanlar ben ve Bahadır için geniş bir oyun alanıydı. Burada 19. yüzyıldan kalma bazı kalıntılar, büyük bir kuyu, daha sonra Baltalimanı Deresi’ne dönüşen Levent Deresi’nin bazı gözeleri yer alırdı. Bu bölgede tek bir yapı vardı; monoblok olarak inşa edilmiş, Emlak Bankası’nın çok katlı bir ardiye binası. Bina otoyol inşaatı esnasında yıkıldı.
Ardiye binasının kuzeyinde, uzunluğu 40-50 metre, genişliği ise 15-20 metre kadar olan bir göl bulunurdu. Anlatıldığına göre ardiye binası önce buraya yapılmak istenmiş, ancak temel kazılırken zemin uygun bulunmayarak terk edilmişti. İçerisinde su kaynakları bulunan bu çukurda su hiç eksilmezdi. Gölün ucundan su doğal olarak tahliye olur ve Levent Deresi’ne karışırdı. O zamanlar, ‘aman çocuklar kuyuya düşer, suya düşer boğulur’ gibi hassasiyetler olmadığından, bizim de buralarda oynamamıza karışan olmazdı.
Yukarıda da değindiğim gibi, o dönemde bizde olmamakla birlikte, pek çok evin arka bahçesinde kümes vardı. Tavuklar et ve yumurta olarak aile ekonomisine katkıda bulunurdu. Bahadırların da bir kümesi vardı. Bir gün bu kümese bir de ördek geldi. O zamanlar biz ortaokulun ilk yıllarındaydık. Bir süre sonra Bahadır ve ben sürekli kümeste durduğu için ördeğe acımış, hiç yüzme olanağı bulamamasına kafayı takmıştık.
Sonunda bir gün gizlice ördeği kümesten çıkardık ve hayvan biraz yüzsün diye bir yaz günü bu gölete götürüp serbest bıraktık. Amacımız bir saat sonra ördeği alıp eve geri dönmekti. Ancak, yeni yaşantısından çok memnun olan ördek bizim yanımıza bir daha hiç gelmedi. Birimizin taş atıp ördeği sudan çıkarması, ötekisinin ise karada ördeği yakalaması projemiz hiç başarılı olmadı. Ördek, biri High School, diğeri Alman Lisesi’nde okuyan bizlerden çok daha akıllıydı. Hiç sudan çıkmadı. Eylül geldi okul başladı. Ekim, Kasım, Aralık geçti ördek hep suda. Ben her hafta sonu okul çıkışı Levent’e gittiğimde görevimiz ördek kovalamak olurdu.
Nihayet Ocak ayı geldi ve gölet soğuktan büyük oranda dondu. Biz de bir voleybol ağının iki ucundaki ipleri daha da uzatıp, birimiz göletin bir tarafında, diğerimiz öbür tarafında, elimizde donmuş gölet üzerinde uzanan voleybol ağıyla koşarak ördeği nihayet sulak alandan çıkardık. Ördek Çilekçi Caddesi’ne çıkarak. 4. Levent istikametine doğru koşmaya başladı.
Tam o sırada da karşıdan Mercedes marka bir belediye otobüsü belirdi. Yeni Levent-Tünel seferini yapan 50A nolu otobüs olduğunu çok iyi hatırlıyorum. Elimizde voleybol filesiyle caddede ördek kovaladığımızı gören şoför şaşkınlık içerisinde durdu. Şaşıran sadece şoför değil aynı zamanda ördekti. Bu şaşkınlıktan istifade ördek Bahadır tarafından yakalandı.
Hür ve müstakil olmakta uzunca bir süre ısrar etmiş olan bu ördek sonunda kümese götürüldü. Ördek bir süre sonra Bahadır’ın annesi Müfide Hanım tarafından kesilmiş ve pişirilmiş, ama aylarca gölette yaşamış olduğundan eti iyice sertleşmiş ve iyi bir yemek olamamış. Biz de bu serüvenin sonunda, ördeklerin tavuklar gibi hava kararınca kümese dönmek gibi bir alışkanlıkları olmadığını öğrenmiş olduk.
Yazarın Diğer Yazıları
Bu gönderi kategorisi hakkında gerçek zamanlı güncellemeleri doğrudan bildirim almak için tıklayın.