Avrupa’nın göbeğinde olmasına ve Avrupa Birliği’nin, Brüksel’le birlikte başkenti olmasına rağmen, bugüne kadar Strasbourg’a hiç gitmemiştim. Bu kez eşimle birlikte aile ziyareti için bulunduğumuz Bern’den Starsbourg’a günübirlik bir gezi yapmaya karar verdik. Strasbourg’un kompakt bir kent olduğunu ve yarım gün içerisinde önemli yerlerinin gezilebileceğini Kıbrıslı bir arkadaşımızdan öğrenmiştik. Daha sonra da Claude isimli yapay zekadan da beş saat içinde yürüyerek gezebileceğimiz yerler konusunda öneri almış, ona göre bir rota çizmiştik.
6 Mayıs 2025 sabahı erkenden trenle yola çıktık. Basel istasyonunda İsviçre tarafından Fransa tarafına geçtik ve Strasbourg trenine bindik. Yola çıktıktan iki buçuk saat sonra Strasbourg’daydık. İstasyondan çıkarak kent merkezine doğru yürümeye başladık. Sırasıyla kent merkezi olarak kabul edilen Place Kleber (Kleber Meydanı), ardından kentin ünlü katedrali Notre Dame’i ziyaret etmeyi planlamıştık. Tarihi binalarla bezenmiş bir caddeden geçerek Place de Kleber’e ulaştık.
Meydan, adını Fransız Devrimi’nin ünlü generallerinden biri olan Jean-Baptiste Kleber’den almış. Strasbourg doğumlu olan generalin meydanın ortasında bir yontusu, altında da anıt mezarı yer alıyor. Meydanın ihtilal sırasında adı Halk Meydanı, İkinci Dünya Savaşı sırasındaki Alman işgali sırasında Karl Roos Platz olmuş.
Meydanın çevresi ve yan sokaklarda pek çok mağaza ve kafe var. Kentin ticari merkezi olduğu belli. Ben de gözüme ilişen bir Apple mağazasına girerek kendime bir kulaklık aldım. Fransa’da, pek çok ürün ve hizmet gibi, Apple ürünleri de Türkiye’den daha uygun fiyatlara satılıyor.
Place Kleber’den beş dakika yürüyüş mesafesinde, bir köşeyi döndüğünüzde aniden karşınıza muazzam bir bina çıkıyor. Yukarıda da kısaca değindiğim Notre Dame Katedrali (Cathedrale Notre-Dame de Strasbourg). Paris’teki Notre Dame Katedralinin içerisine 1970’de girmiştim (biliyorsunuz sonra yandı ve yeniden restore edilerek bir süre önce yeniden açıldı), ama aynı isimde Strasbourg’da da böyle muhteşem bir katedral olduğunu bilmiyordum. Neyse bilmemek ayıp değil, öğrenmemek ayıptır diyerek kendi kendimi teselli ettim. Katedralle ilgili daha detaylı bilgiyi sizlere bir başka yazımda vereceğim.

Strasbourg’un yetiştirdiği önemli kişiler arasında matbaayı icat eden Johannes Gutenberg de var. Ayrıca ünlü Alman edebiyatçı (ve aynı zamanda bilim insanı) Johann Wolfgang Goethe de Strasbourg Üniversitesi’nde eğitim görmüş. Gutenberg’in adı da kentte bir meydana verilmiş. Onun da meydanda bir yontusu var.

– Fotoğraf: Haber Aero
Heykelin kaidesinde ise Gutenberg’in ilk matbaa makinası ve ilk basılan sayfanın temsili bir görüntüsü var.
Strasbourg gezimin anlatımına bu şehirde doğmuş önemli bir bilim adamına da değinmeden geçemiyeceğim; adı Étienne-Émile Baulieu. 12 Aralık 1926’da bir Yahudi ailenin oğlu olarak Strasbourg’da dünyaya gelen bu bilim adamı daha 15 yaşındayken Fransız direniş teşkilatına katılmış. Blum olan soyadını da o dönemde Baulieu olarak değiştirmiş. Daha sonra tıp doktoru olan ve endokrinoloji ve doğa bilimleri konularında çalışan Baulieu 1982’de RU486 adını verdiği kürtaj hapını geliştirmiş. Ayrıca yaşlanmayı yavaşlatan steroidler üzerinde de çalışmalar yapmış. Mayıs’ın son günlerinde Paris’te 98 yaşında öldüğünü bu yazıyı hazırlarken öğrendim.
Strasbourg’da Fransız ve Alman kültürleri iç içe geçmiş. Sokakta Fransa’nın başka yerlerinden gelip yerleşmemiş kişilerin çoğu da resmi dil Fransızca’ya ek olarak Almanca’nın bir lehçesi olan Alsasça’yı konuşabiliyor. Zira Alsasça Strasbourg kökenlilerin önemli bir bölümünün anadili. Kentte sokak ve meydanların adı da iki dilde yazılıyor.
Aşağıda bir örneğini verdiğim sokağın adı Fransızca’da Rue des Moulins yani Değirmenler Sokağı. Almanca adı ise Müehleplan Eselsteg. O da Değirmen Meydanı-Eşek Aralığı/Geçidi/İskelesi olarak Türkçeye tercüme edilebilir. Anlaşılan, o bölgede bulunan kanallardaki suyla çalışan su değirmenleri varmış ve Fransızlar onlara vurgu yapmış. Almanlar ise o dar sokaktan geçerek değirmene buğdayı ve üretilen unu taşıyan eşekler nedeniyle biraz daha farklı bir ismi tercih etmişler. Sokak gerçekten dar ve bir ucu meydan.
Belki bu aşamada Strasbourg’un tarihine de kısaca değinmekte yarar var. Strasbourg’un bulunduğu yere ilk yerleşenler M.Ö. 12 yüzyılda Romalılar olmuş. Cermen kabileleriyle savaşırken burada bir askeri kamp kurmuşlar. Bölge Ren nehri kıyısında olduğundan, ulaşım açısından stratejik bir konumda olduğu düşünülmüş olmalı. Strasbourg 1262’de bağımsız bir şehir devleti (Reichsstadt) olmuş. 1681’de XIV Louis zamanında Fransız hakimiyetine girmiş. 1871-1918 arası Alman İmparatorluğu’nun bir parçası olmuş. Birinci Dünya Savaşı sonunda savaşı kaybeden Almanya Strasbourg’u Fransızlara vermek zorunda kalmış. Almanlar İkinci Dünya Savaşı esnasında yeniden Strasbourg’u ele geçirmişler. Ama savaşı kaybedince 1945’te, Alsas ve Loren bölgeleriyle birlikte, şehri tekrar Fransızlara iade etmek zorunda kalmışlar.
Zamanımız kısıtlı olduğundan bize Claude’un önermiş olduğu Petite France (Küçük Fransa) bölgesindeki su kanallarının bulunduğu çevreyi de gezip, uzaktan Vauban Barajı’nı görüp kentin işlek sokaklarına geri döndük. Küçük Fransa, Rönesans dönemi Alsas mimarisini yansıtan yarı ahşap evler, dar sokaklar, kanallar ve taş köprülerin olduğu sempatik bir mahalle.

Petite France’da bir sokak ve kanal
Dönüş trenimiz 17:30’da olduğundan bir restoranda geç bir öğle yemeği yemeğe karar verdik. Bu bölgenin tanınmış yemeklerinden ve bir çeşit pizza olan bir Flammekueche (tarte flambee) ısmarladık. Ren vadisinde yetişen bağlardan toplanmış Riesling üzümlerinden yapılan birer kadeh beyaz şarap eşliğinde güzel bir yemek yemiş olduk. Restoranda bize hizmet veren garson hanım ise bir Türk’tü. Restoranın bulunduğu sokaktaki köşe dükkan dışında tüm dükkanların Türklere ait olduğunu anlattı bize… Türk Berber, Nemrut Kebap gibi isimler gerçekten yaygındı.
Restorandan çıktıktan sonra Uzakdoğu’ya ait gıda ürünleri satan bir markete girdik. Alacağımız ürünlerin bir kısmı ne Türkiye’de ne de Bern’de bulunmuyordu. Ama uzun yıllar Çinhindi’nin büyük bir kısmını sömürgesi olarak yöneten Fransa’da o bölgeden epey bir göçmen nüfus olduğundan bu ürünleri kolaylıkla bulabiliyorsunuz. Gerek yemek sonrası, gerekse markette fiyatların Türkiye’den %20-30 daha düşük olması beni hem şaşırttı, hem de üzdü. Bizden çok daha zengin olan Fransa’da beslenme ve dışarıda yemek yemek çok daha ucuzdu. Nas kafasıyla yönetilen ekonominin Türk toplumunu nasıl yoksulluğa ittiğini bir kez daha gözlemlemiş oldum. Birer kadeh şarapla birlikte yediğimiz yemek için iki kişi bahşişiyle birlikte 1320 TL verdik.
Marketten çıktıktan sonra bir kafede kahvemizi içip trene binmek üzere istasyona geçtik. Ancak, Fransa’da trenler İsviçre’deki gibi dakik değildi. Tren tarifede belirtilen saatinden yarım saat sonra kalktı. Ancak Basel’e kadar gitmesi gereken tren bizi Mülhouse’da bıraktı. Başka bir treni beklemek zorunda kaldık. Basel’e vardığımızda aktarma edeceğimiz İsviçre demiryollarının treni kalkmıştı. Neyse ki İsviçre’de tren seferleri oldukça sık. Basel-Bern arasında da 20-30 dakikada bir tren var. Biz de ilk trene binerek Bern’e döndük.
Bu gönderi kategorisi hakkında gerçek zamanlı güncellemeleri doğrudan bildirim almak için tıklayın.